28 Ağustos 2012 Salı

Fırıncı Mehmet Ağabey ile Dünden Bugüne



Üstadı İlk ne zaman tanıdınız?
Aziz Üstadı ilk olarak 1949'da risaleler ile tanıdım. Ama onu ancak 1952'de görmeye nail olabildim.

Nasıl oldu ilk görüşmeniz?
Üstad 1952'de Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a geldiğinde onu gördüm. Ağabeyler bizi önceden üstada anlatmışlardı. Bir gün baktım Muhsin Alev abi bizi almaya geldi. Hemen hazırlandık ve Sirkeci'deki Akşehir Palas Otel'e gittik.  Sabah namazından sonra üstadın yanına yanaştım ve elini öptüm. O da başımı öptü. Sonrasında iki buçuk saat ders verdi ve anılarını anlattı. Öyle oldu ilk tanışmamız.

Mahkeme dediniz.Peki, mahkeme sonucu ne oldu?
Üstad beraat etti. Bütün dünya bir sevince medar oldu anlatamam. Dünyanın her tarafından üstada tebrikler yağıyordu. Biz sevinçten birbirimize sarılıyorduk.

Üstadın tepkisi ne oldu beraat kararından sonra?
Üstad da çok sevinmiş ve bu olayı risalelerin zaferi olarak telakki etmişti. Çünkü gençliğe ulaşmak daha kolay olacaktı artık.

Beraattan sonra...
Beraattan bir ay sonraya kadar Üstad Fatih'teki Reşadiye Otel'de kaldı. Sonra Emirdağlılar geldi. Üstadı çok özlemişlerdi. "Ne olur Emirdağ'ı garip bırakmayın!"  diyerek üstadı bizden alıp götürdüler. Üstad, Emirdağ'da bir müddet kaldıktan sonra Isparta'ya gitti. Kısa bir süre sonra Emirdağ'a geri döndü.

Üstadı evinizde misafir ettiniz.
Evet, ettim. Üstad 1953'te İstanbul'a gelerek Beyazıt'taki Marmara Otel'de kalmaya başladı. Bir hafta kadar orada durduktan sonra binanın yeni ve lüks olmasından rahatsız oldu ve oradan ayrılmak istedi. Bunun üzerine üstada ahşap bir ev aramaya başladık. Bizim evin yakınında, cadde üzerinde bir fırın vardı. Onu tutmak istedik, tutamayınca da bizim evde kalmasını teklif ettim. Üstad, gelip bakalım dedi ve sonra kabul etti.

Ne kadar kaldı sizinle?
Yanlış hatırlamıyorsam üç ay kadar kaldı. (Bir müddet düşünüyor.) hayır, sanırım üç aydan fazla kaldı. Çünkü elimizde 27 Temmuz 1953'e ait bir tebligat vardı. Üstad ise Nisan ayının başlarında gelmişti. Yani sanırım dört ay kadar...

Tebligat dediniz...
Evet, tebligat dedim. Üstadın, Samsun Ağır Ceza Mahkemesi'ne gitmesi gerekiyordu. Ama Üstad hasta idi.

Gitti mi peki?
Yok, elhamdulillah gitmedi.

Nasıl oldu?
O zaman Yukarı Guraba, şimdiki adıyla Çapa Tıp Fakültesi'nde Dr. Sadullah Nutku vardı. Onun teşhisleriyle ne karadan, ne denizden, ne de havadan yolculuk yapamaz diye rapor alınmıştı. Rapor mahkemeye gönderilince  Üstadımız da gitmedi. Bizle kaldı.

Şanslıydınız yani?
(Gülüyor) Pek sayılmaz. Çünkü üstad ikinci bir hareket için bir müddet sonra Isparta'ya geri döndü.

Biraz da Risale-i Nurlara gelelim mi? Onları nasıl neşrediyordunuz?
Matbaalar 1948'den 1956'ya kadar Risale-i Nurları basmaya korkuyordu. Biz de kendi imkanlarımızla basmaya çalışıyorduk.Teksir makinesi almış, onunla basıyorduk. ( Yüzümdeki şaşkın ifadeyi fark edince gülüyor ve başımı okşuyor.) Şimdi sen teksir makinesinin ne olduğunu da bilmezsin? ( Bu sefer ben gülüyorum, o da nasıl bir şey diyorum biraz da sıkılarak. Yadırgamıyor. Zamanın aktığını söyledikten sonra, bunları bilmememin doğal olduğunu belirtiyor. Sonra sıkılmadan anlatıyor nasıl bir şey olduğunu, nasıl çalıştığını.)

İlk hangi kitabı bastınız bu makineyle?
"Matbaada Asayı Musa'dan Akan Bir Nur Çeşmesi" adlı kitabı Zübeyir Gündüzalp Ağabey, mumlu kağıda yazma aşamasındaydı. Sonrasında Afyon Mahkemesi beraat kararını verdi. Bu kararla birlikte Risale-i Nurları İstanbul, Ankara, Antalya ve Samsun'da matbaalarda basmaya başladık. Risaleler matbaalarda basılınca bir hürriyet havası oluştu. Biz de 1960'a kadar hür bir zeminde yaşadık ve Risale-i Nurları tüm Türkiye' de neşrettik.

Üstad'ın vefatı sırasında Urfa'da mıydınız?
İstanbul'daydım. Üstadın yanında Bayram abi, Zübeyir abi ve Abdullah Yeğin abi vardı. Urfa'dan ayrılması için baskı yapılıyormuş. Bunun üzerine ağabeylerimiz aradı;Adnan Menderes Park Otel'de gidin görüşün üstadın Urfa'dan ayrılması baskısı kaldırılsın dediler. Avukat Bekir Berk, Mehmet Emin Birinci, Hakkı Yavuz Türk ve ben hep birlikte Gümüşsuyu'ndaki Park Otel'e gittik. Bekir abi özel kalemi ile görüştü. Biz cevap beklerken radyodan üstadın vefat ettiği haberi anons edildi. O gün çarşambaydı ve hemen yola çıktık. Cuma günü Urfa'ya vardık.  Fakat biz defin için belirlenen günün cuma olduğunu bilirken vilayet(valilik) baskı yapmış ve defin zorla perşembe günü yaptırılmıştı.

O gece Urfa'ya çamur yağdığı doğru mu?
Evet, arabaların üzeri büsbütün çamurdu. Acayipti, sema adeta çamur ağlamıştı. Ramazandı o zaman ve ben böyle bir manzarayı hayatımda ilk kez görüyordum.

Definden sonra ne yaptınız?
On gün kadar Urfa'da bekledik. Üstadın mezarı başında nöbet tutuyorduk insanlara mezar ziyareti adabına riayet ettirmek için. Çünkü çok yanlış şeyler yapılıyordu. Toprağını zorla avuçlayıp götüreninden tutun türlüsüne kadar... Nöbet işini de sırayla yapıyorduk, Zübeyir abi bile nöbet tutuyordu zorlanmasına rağmen.

Üstat, mezarım bilinmeyecek demişti ama siz başındaydınız.
Evet, mektupları var, kendi neşretti. Üç dört mektupta mezarının bilinmeyeceğini yazmıştı ve bunlar vasiyet tarzındaydı. Biz de hayret içindeydik. Arkadaşlarla birbirimize üstat böyle dememiş miydi dedik. "Demek ki kader böyle hükmetti sonradan." dedik. Çünkü karşımızdaki manzara vasiyete uymuyordu. 111 gün sonra mezarın kökünden kaldırılıp götürüleceğini nereden bilelim?

Mezar başında iken bu davadan soğuyan oldu mu içinizden?
Nur talebeleri sadık kalmaya devam ettiler. Mezarın yeri biliniyor diye kimsenin üstattan soğuduğunu hissetmedim.

Mezarın kaldırıldığını nasıl öğrendiniz?
Cumhuriyet Gazetesi'nde solda tek sütun halinde bir haber halinde okudum ve haberdar oldum. Arkadaşlarla konuştum.  Onlar beni derhal Isparta'ya yolladı. Gittim ki bütün arkadaşları tutuklamışlar.

Üstattan sonra ilk olarak ne yaptınız?
10 gün sonra Isparta'ya geldik. Üstadın evinde kaldık. Üstat vefat edince Hüsrev ağabeyle bundan sonrasını görüşmek için bir kaç defa bir araya geldik. Hüsrev abi, "İnşallah üstadımızın vefat etmiş olması Hizmeti Nuriye'nin inkıtaına(dağılmasına) sebep olmayacaktır. İnşallah hizmet daha gür şekilde devam edecektir." dedi. Nitekim Ankara ve İstanbul başta olmak üzere hizmet bütün Türkiye'de mütemadiyen artarak devam etti.

Sizi bu davaya bu kadar bağlı tutan şey neydi? Biz bunları yapamazdık sanırım.
Bir tek kişinin imanını kurtarma gayreti ile biz onca sıkıntıya ve zulme katlandık. Çok büyük hayaller kurmuyorduk. Sürekli zindeydik ve hayal kırıklığı hiç yaşamıyorduk. Çünkü bir tek kişiyi kurtarma sevdasıydı bizimkisi. Dolayısıyla biz de bu davaya bıkmadan, korkmadan ve yorulmadan sahip çıkıyorduk.

Üstadın sizi en derin etkileyen sözü hangisi?
"Bir tek insanın imanının kurtulması için cehenneme girmeye razı olmuşum kardeşim." Bu cümleyi üç farlı yerde ve zamanda duydum. Fakat üçüncü duyuşumu asla unutamıyorum. Çünkü üçüncüsü beni adeta yaktı bitirdi. Allah yolunda her türlü işkenceyi çekmiş, her türlü zulme göğüs germiş birinin cehenneme girmesini kabullenemedim. Eridim, eridim. Ben bunu kalbimde hissederken üstat işaret parmağını bana uzattı ve üzerime doğru ani bir hamle yaptı. " Ebedi değil, girip çıkmak" dedi. Birden rahatladım ve elhamdulillah üstat cehennemden kurtuldu dedim kendi kendime.

Üstadın size söylediği en tatlı söz hangisi?
Soğuktan donmak üzere olan birinin sıcak bir odaya girmesi gibiydi üstat ile olmak. Onun her sözü çok tatlıydı.

Peki, Üstat size hiç kızdı mı?
Ben bir yanlışlık yapmıştım. 1955'te Isparta'ya gittim. Üstada sormadan Hüsrev  abinin yanına uğradım.  Üstadın yanına medreseye dönünce Hz. Üstat beni çağırdı, hiddetlendi," Ben seni Hüsrev'in yanına gönderecektim, sen iyi yaptın gittin!" dedi bir kaç kere tekrarlayarak. O an üstadın bana kızdığını anladım.

Üstat kızar mıydı talebelerine?
Zübeyir abiler 15 gün boyunca üstadın hiddetlendiğine  şahit olmasaydı, "Eyvah üstat bizi muhatap almıyor."  manasını çıkarıyordu. Üstat kızdı mıydı, " Vay, üstat bize değer verdi, bizi muhatap aldı." derlerdi. Biz de bu anlayışı Zübeyir abilerden aldık.

Risalelerin o dönemde tercüme edildiği doğru mu?
İsveç, Norveç ve Finlandiya'da İslam'a ilgi artmıştı. Mektuplar geliyordu tercüme noktasında ne yapılabilir diye. Üstat Fransızcaya çevirin demiş. Bazılarımız daha sonra karşı çıkınca Sungur abi üstadın mektubunu çıkardı ve gösterdi.

Üstadın Fransızca bildiği doğru mu?
Evet, öğrenmişti.

Şimdiki nesil ile sizin döneminizdeki nesli karşılaştıralım mı?
O zaman Osmanlı'dan kalma İslami terbiye vardı. Şimdi ise zavallı gençliğimiz bundan uzak. İnşallah bu zemin 4+4+4 ile yeniden oluşturulacak. Çünkü imam hatip okullarının açılmış olması şimdiki temel yapıyı oluşturmada çok büyük bir fonksiyona sahip olacaktır. 60 sene zarfında ağacın dalları kırıldı ama elhamdulillah ağacın köküne bir şey olmadı.

Son olarak; soyadınız Güleç, fakat herkes sizi Mehmet Fırıncı abi olarak biliyor.
(Uzun bir müddet gülüyor) Üstadı ilk ziyarete gittiğimde "İnsanlara ekmek yaparak hizmet etmek sevap..." dedi. Biz simit, pasta, börek yapıyoruz deyince "o daha çok sevap" demişti. Daha sonra  üstat bana para verdi ve git Erzurum Şekeri ile tereyağı al dedi. Getirdiğim yağı bıçakla ikiye böldü. Yarısını verdi, "Fırıncısın, git bununla bana ekmek yap getir." dedi.  Ondan sonra üstadın talebeleri Fırıncı Mehmet dedi. Bu gün de Fırıncı Abi olduk.( gülüyor)

Üstat da mı Fırıncı Mehmet derdi?
Hayır, o Fırıncı Muhammet derdi. Mehmet demezdi.

(Kalkacağız) İsminiz neydi?
- Necip
- Müşerref olduk. Allah imanla kabre gitmeyi nasip etsin.(amin)

27.08.2012
Fatih/İstanbul/Nusret Apt.








1 Ağustos 2012 Çarşamba

132.damla


"A" ile "N" Arasında Bir Şiir

Akşamlarını sevmiyorum bilmem bu ne olasıca şehrin,
Kim bilir belki de korkuyorum yalnızlıktan, koyu karanlıktan.
Pencereden bakmaya korkuyorum akşamları, bir yıldız kayar diye,
Akşamlar beni boğuyor, beni ürkütüyor kapkaranlık akşamlar.

Yağmur şıpırtısına dayanamıyorum, hele yağmur şıpırtısına,
Bir hüzne boğulurum ki anlatamam, buğulanır gözlerim
Sefih gökkuşağını bekler gibi oturum, dizlerimi kendime çekerek,
Yağmur  ıslatır penceremi ve gönlümdeki masum garip gülleri.

Şamdanlardan süzülen ışık kezzap misali eritir tenimi,
Bir yol ararım buzdan avuçlarıma sıkıştırmış olduğum başımla,
Bir yol ararım bilmem bu ne olasıca şehirden kurtulmak için,
Şakırdayan yağmur ürpertir ve boğdukça boğar beni karanlıklarda.

Etrafıma acayip sesler kümelenir akşamları, bir acayip gölgeler,
Hayattan bir iz göremiyorum; her şey soluk, her şey ölü ben dahil.
Bir el dikiliverir gözlerimin önüne ve parmaklık misali parmaklar,
Ebruli sessizlikler altında uzadıkça uzar soğur ince, narin her biri.

Mavzer misali, volkan misali patlamak isterim şehri yok etmek için,
Gök yırtılmasın diye bütün avazımla haykırmaktan vazgeçerim.
Denizden uzak yaşamaya mahkum bir martının çığlığı gelir kulaklarıma,
Mağrur bir bedenin süzülüşü ilişir gözlerime inceden inceden.

Cürüm işlemiş bir mahkum misali dört duvar arasında biter mecalim,
Meğer bana memnu imiş yıldızlardan güzel bir çift göze vurulmak.
Göğe açılan avuçlarım dualarla karıncalanır, ıslanır birkaç damla yaş ile,
Cananın cazibesine meftun olmanın ıstırabını yaşarım her akşam.

Efkar soluklamak, bir başkadır yapayalnız, koyu karanlıklarda;
Sıcacık kuş tüyü yataklarda keyifle mışıldamaya benzemez!
Sen bilemezsin ey sevgili bir başkadır soğuk karanlıklarda sabahlamak,
Emsalsizdir eller semâya yükselirken meleklerle sessiz sessiz ağlaşmak.

Yırtıcı kuşlar iner yüreğime gecenin bir vaktinde, beni yalnız gördükçe,
Çırılçıplak duvarlarda yankılanan çığlıklarım bir bir kulaklarımda buluşur.
Çaresizliğim ve paramparça yüreğimle karaya oturmuş dev bir gemiyi andırırım,
Yalnızlık yutkunduğum gecelerde Azrail'i sabırsızlıkla bekleyen yarı ölüyüm ben.

Lambalarıyla karanlığa meydan okuyan şehri yakmak isterim bir gecede,
Ben yanacaksam bu şehir de yansın! Diye haykırırım dansöz misali kıvrılan sokaklara,
Şeytanlarla birleşip aklımdan geçenleri yapmaya zorlar yalnızlık ve karanlık,
Lakin birden bire cananın can alıcı o yıldız gözleri ilişir gözlerime.

Alaca karanlıkta rüzgarın fosurtularına yaprakların hışırtıları eşlik eder,
Aniden göğün derinliklerinden bir çift yıldız kayar ve kayboluverir gözlerin,
Ve bu şehre olan bütün nefretim, kinim sıkmış olduğum avuçlarımda birleşir,
Anlayacağın bu şehir yakılmadıysa bir gecede senin emsalsiz gözlerin içindir.

Nereye baksam bir çift göz ve sigara dumanı gibi kıvrılan bir beden, 
Çırılçıplak duvarlarda yankılanan iki heceden ismin, yani kısacası sen.
Sen bilemezsin ey sevgili denizden uzaklaştırılmış bir martının çığlığını,
Nereden bilebilirsin ki bir ölünün bir çift gözle tekrardan ruh bulacağını?


Tiflisikibinyedi

Necip Abdurrahmanoğlu