ÜSTAD OLMAK HERKESİN HARCI OLMASA GEREK
Akşam
yemeğini hazırlamak maksadıyla her zamanki gibi yine mutfaktaydım. Soymuş
olduğum bir baş soğanı sağ elimdeki koca bıçakla acımasızca doğrarken kapı
açıldı ve içeriye Gürkan Çolakkadı girdi. Yüzündeki ifadeden heyecanını okumak
hiç de zor değildi. Beni karşısında
görünce,
-
Kolay gelsin, dedi.
-
Sağ ol Gürkan, hoş geldin.
-
Hoş bulduk. Bil bakalım nereden geliyorum.
Gürkan o
kadar gezme düşkünüydü ki, bunu tahmin edebilmem imkân dahilinde bile değildi.
-
Nereden geliyorsun?
-
Koskoca bir üstadın yanından...
Üstad
kelimesinden sonra aklıma sadece Said-i Nursi Hazretleri gelmişti o an için.
Ama bu imkansızdı. Merakta kalmaya daha fazla dayanamazdım,
-
Nereden geliyorsun? diye sordum bir kez daha.
-
Üstad Sezai Karakoç'un yanından geliyorum.
Sezai
Karakoç ismi, o güne kadar benim için hiçbir önem arz etmiyordu. Çünkü bir kaç
defa duymuş olduğum Mona Rosa şiirinden başka onun hakkkında her hangi bir
malumatım bulunmuyordu. Dolayısıyla bu ismi duymuş olmak beni hiç de
heyecanlandırmamıştı.
Gürkan
böyle bir haberi önemsemediğimi anlayınca konuşmaya devam etme gereği duydu,
-
Üstad muazzam bir adamdır. Yani öyle böyle biri
değil...Yaşayan en büyük şairdir ve senin onu mutlaka tanıman gerekir.
Gürkan
övüyor, o övdükçe benim merak duygularım kabarıyordu. Öyle ki her geçen dakika
daha bir pür dikkat kesiliyordum. Sonunda anlattıkları kâfi gelmişti ki onu
ziyarete gitmeye tereddütsüz karar verdim.
-
Tamam, en kısa zamanda üstadı ziyarete gideceğiz
Gürkan. Bu ziyaret benim için de hiç şüphesiz ki enteresan ve unutulmaz
olacaktır.O halde ne zaman gidiyoruz?
-
Ne zaman istersen, dedi Gürkan.
Şöyle
bir düşündükten sonra,
-
En kısa zamanda, karşılığını verdim. Çünkü bu sayede İstanbul'un Avrupa yakasını da ilk
kez görmüş olacaktım.
Nihayetinde, bir tarih kararlaştırdık ve yanımıza Maaz İbrahimoğlu'nu da alarak Kadıköy iskelesinden vapura bindik ve Eminönü istikametinde
yol almaya başladık. Vapurun obur gövdesinde ilerlerken gözümde sürekli görüşme
anı canlanıyor ve aklımda durmadan görüşme provaları yapıyordum. Vapur denizin
mavi sularını köpüre köpüre ilerliyor, o ilerledikçe benim heyecanımın ibresi
duruk noktalara ulaşıyordu.
Gemi,
nihayetinde boğazı perçinleye perçinleye limana ulaşmayı başarabildi. Acelemiz
yoktu, fakat heyecanımız çoktu. Bir an önce gemiden inme telaşına hiç girmedik.
İnsanlar yığın halinde denizden karaya akarken biz bir müddet sadece onları
seyretmekle meşgul olduk. Gemide az kişinin kalmış olduğuna kanaat getirdikten
sonra yanımızdan eksik etmediğimiz gazetemizi ve suyumuzu elimize aldık ve
gemiyi terk etmek için ilk hamleyi yaptık.
Yaşım
henüz on dokuzdu ve Gürkan'ın tabiriyle
Türkiye'nin yaşayan en büyük şairini ziyarete gidiyordum. Dolayısıyla içimde
heyecan ve mutluluk fırtınalarının en azgınlarna ev sahipliği yapıyordum.
Ben
alışık olmadığım duyguların cenderesinde çırpınırken Maaz eliyle göstererek,
-
Cağaloğluna çıkacağız, dedi.
Cağaloğlu kelimesini ilk defa duyuyordum. Fakat cehaletimi yansıtmamak
için,
-
Peki, dedim.
Yürümeye
başladık. Bütün zerrelerim görüşme anına odaklanmıştı. İçimde sürekli acaba
nasıl bir adamdır, nasıl elbiseler giyiyor, saçlarını ne şekil tarıyor ve
insanlara karşı nasıl davranıyor? tarzında sorularla cebelleşiyordum. Çünkü o
güne kadar ünlü ve sanatçı denince aklıma ilk olarak magazin ekranlarında
gösterilen makyajlı mukyajlı, havalı cıvalı, şatafatlı evlerde oturan, evlerine
ayakkabıyla giren ve kendini bir halt sanan burnu havada züppelerden başkası
gelmiyordu.
Yürüyorduk. Az sonra taşlı bir yola vardık ve yokuşu tırmanmaya
başladık.
-
Üstadlara ulaşmak meşakkatlidir, dedi Maaz, espri
yaparak.
Gülüştük. Etrafa bakıyordum. Kitapçılardan ve yayın evlerinden başka bir
şey görünmüyordu. Şaşkınlığımı fark etmiş bulunan Gürkan,
-
Yazarların kitapları genelde buralarda basılır, dedi.
Şaşırmıştım,
-
Hmmmm... diyebildim ancak.
Yokuşu
epeyce tırmandıktan sonra sola döndük. Az daha yürüdük ve açık olan bir kapıdan
içeri girdik. Hemen kapıdan itibaren başlayan yıpranmış emektar merdivenlerden
bir üst kata çıkmaya başladık. Acemi olduğumdan arkadaşlarımdan geride durmayı
tercih ediyordum. Basamaklara hasas adımlarla basarken,
-
Üstadın ofisi üst katta, dedi Maaz.
Aklımı,
başımı döndürebilecek bir ofisin hayali meşgul ederken üst kata vardık.
Gözlerime inanamadım. Koridor gibi küçük bir alanda sıradan raflar duruyor ve
bu raflar bütün sefaletiyle yığınla kitabı kucaklamanın mutluluğunu yaşıyordu.
İlerledik. Yine açık duran bir kapıdan içeri girdik. İçeride otuzlu yaşlarda
bir erkek vardı.Bizi görünce,
-
Hoş geldiniz, dedi
-
Hoş bulduk, dedi arkadaşlarım.
İçimden
"üstad dedikleri bu olmasa gerek" diye geçirdim. Şaşkınlığımı
üzerimden henüz atamamışken,
-
Üstadı görmeye geldik, dedi Maaz.
Bu
cümleden sonra o bey efendinin üstad olmadığını anlamış ve şaşkınlığımı
bastırmaya bir nebze olsun muvaffak olabilmiştim.
-
Üstad henüz buraya gelmedi, dedi, sonradan üstadın
yardımcısı olduğunu öğrendiğim o şahıs.
-
Ne zaman gelir? dedi Gürkan.
-
Bilmiyorum, ama mutlaka gelir.
Gelmiştik ve üstadı mutlaka
görmeliydik. Dolayısıyla ilk kez söze atıldım,
-
Olsun, biz bekleriz, dedim. Gerekirse geceye kadar
bekler ama üstadı görür öyle gideriz.
-
Peki öyleyse, dedi adam. Öyleyse şuraya oturun. Fakat
sizleri baştan uyarayım; üstadımıza sakın "amca, dayı, bey efendi,
hocam" tarzı kelimelerle hitap etmeyiniz! O böyle şeylere hayatta tahammül
edemez. Ona mutlaka "üstadım" diye hitap edeceksiniz.
On dokuz
yaşımdan gelen hamlık ve cahillikle "bu adam ne saçmalıyor" diye
geçirdim içimden. Fakat istenileni yapmak zorunda olduğumu biliyordum.
Nihayetinde beklemeye koyulduk.
Bir
saatlik beklemenin ardından deminki adam aniden üstünü başını düzeltti ve iki
elini önde bağlayarak, bize de kalkmamızı işaret ederek ayağa kalktı. Üstadın
geldiğini idrak edebilmiştim. Biri, olabildiğine kararlı adımlarla içeri girdi.
İlk olarak girenin üstünü başını süzdüm.
Üzerindeki elbiselere ve ayaklarındaki ayakkabılara dikkatle baktıktan
sonra giren kişiyi pek de önemsemedim doğrusu. Deminki adam biraz eğilerek,
-
Hoş geldiniz üstadım, dedi.
Alt üst
olmuş ve kendimi aşağılama ihtiyacı duyuyordum.
-
Hoş bulduk. Bu günkü işleri halledebildiniz mi?
-
Hallettik efendim. Şunun da şu kadarını bilgisayarda
yazdık, geri kalanını da inşallah yarına kadar yazacağız.
-
Hmmm... öylemi?
-
Evet üstadım.
-
Tamam. Kitapların teslimi için A... beyi aradınız mı?
-
Aradık üstadım ama cevap alamadık.
Bir
müddet sadece düşündü. Etraftaki bir düzensizlik gözlerine ilişti. Çevik bir
hamle ile öne atıldı. Yerdeki bir kaç koli kitabı kavrayarak onları daha müsait
bir yere koydu. Ardından bizi kast ederek,
-
Bu arkadaşlar kim? dedi yardımcısına.
-
Sizleri görmeye gelmişler üstadım.
-
Hmmm... öylemi? Hoş geldiniz değerli arkadaşlar.
Üstadı
dikkat ve hayretle izlerken düşmüş olduğum şaşkınlık çukurundan bir türlü
çıkamadım ve bir hoş bulduk bile diyemedim. Hayallerim, bir kaç saatten beridir
beynimde kurgulamış olduğum kahramanım, bir göz hamlesiyle ölmüş ve
senaryolarım bir kaç saniye içinde alt üst olmuştu. Çünkü üstadın magazinlerde
boy gösteren bazı züppelerle uzaktan yakından alakası yoktu. Üzerinde beyaz bir
gömlek vardı ve o gömleğin kolları iki kere üst üste katlanmıştı. Ayaklarındaki
ayakkabıları da öyle tahmin ediyorum ki bir yıldan daha uzun bir zamandan
beridir giyiniyor olmalıydı. Yanımıza geldi. Tokalaşmak için elini uzattı. Önce
Maaz, ardından Gürkan ve en son da ben üstadın benimki kadar büyük olmayan
ellerini öptük ve başımıza koyduk. Üstad ardından önümüzden geçerek masanın
başındaki sandalyesine geçti.
Masa
dediğime bakmayın. Çünkü o masa en az yirmi yıllık eski bir masaydı ve
sandalyesi de masa kadar olmasa da olabildiğine ömür yapmış emektar bir
sandalyeydi. Misafirlerini, yani bizleri konuk ettiği sandalyeler ise eski köy
kahvelerinde kullanılan, oturma ve sırtı yaslama kısımları incecik olan ve
kahverengi müşambayla kaplanmış bulunan sıradan sandalyelerdi. Aklım ve
tahayyül alemime yol alan tüm mekanizmlarım iflasa uğramıştı. Beynim en
şiddetli deprem ve şimşeklere maruz kalıyordu.
Çok
geçmemişti ki üstad söze başladı,
-
Tekrardan hoş geldiniz arkadaşar, kendimi tanıtmamın
anlamı ve gereği yok, sizleri tanıyalım.
Teker
teker kendimizi tanıttık. Üstad, karşısında başbakan varmış gibi oturuyor ve
yine aynı ciddiyetle bizleri dinliyordu. O öyle davrandıkça ben yerin dibine
girecek gibi oluyordum. İlk olarak hayatını sorduk. Diyarbakırlı olduğunu ve
orta okulu yatılı olarak Maraş'ta okuduğunu aktardıktan sonra ilk olarak
felsefe okumak için İstanbula gittiğini ve orası olmayınca mecburi olarak
Ankara'ya gitmek zorunda kaldığını ve üniversiteyi orada tamamladığını söyledi.
Edebiyattan, tarihten, Kürt sorunundan, onun çocukluk dönemindeki Kürt
olgusundan ve sıkıntılarından, İslam ve Avrupadan, en son olarak da Erdoğan
hükümetinden konuştuk. Sorduğumuz hiçbir soruya en ufak ters tepki vermedi,
aksine çocuk olduğumuza bile bakmadan, bizleri olabildiğine ciddiye alarak her
sorumuza olabildiğine içten cevaplarla karşılık vererek bizlere farklı ufuklar
açtı. Kendisindeki millet kavramını sorduğumuz da ise şu karşılığı almıştık,
-
Kürt milleti, Türk milleti, Arap milleti, Rus milleti
ya da Alman milleti diye bir şey yoktur. Onlar sadece ve sadece ırktır. Millet
dediğiniz şey nedir biliyor musunuz? İslam milleti, Hristiyan milleti, Yahudi
milleti ve benzerleridir. Bu ülkeye Fransadan ithal ettğimiz ulusçuluktan bu
yana bu millet gün yüzü görmedi. O gün bu gündür bir türlü İslam kardeşliğini
hatırlayamadık.
Söze
atıldım,
-
Peki değişir mi üstadım?
Üstad
bir müddet düşündükten sonra,
-
İnşallah, karşılığını verdi.
-
Erdoğan hükümetini nasıl buluyorsunuz? diye sordum bu
sefer.
-
Siyaset beni pek alakadar etmez ama onlardan da pek
umudum yok.
Üstad
kolundaki saatine baktı. Geç olmuştu. Anladık, ayağa kalktık, teşekkür ettik,
elini öptük ve oradan ayrıldık.
NOT: Üstadın gömleği beyazdı ve tertemizdi. Lakin
gözümden kaçmayan bir şey vardı: Gömleğin yakaları yıkanmaktan yıpranmıştı.
Oysa üstad kısa bir zaman öncesinde hükümet tarafından kendisine verilen hayal
bile edemeyeceğimiz oranda büyük bir para ödülünü elinin tersiyle itmişti...
Peki, bir diğer üstad M. Akif Ersoy da İstiklal Marşı'ndan almaya hak kazandığı
para ödülünü elinin tersiyle iterken palto bile alamayacak kadar parasız değil
miydi?
Necip
Abdurrahmanoğlu |
Sabahattin Ali'nin diliyle kaleme alınmış bir roman kadar akıcı ve ustacaydı...hatta diyebilirm ki ondan bile iyi olduğun yerler vardı gözüme çarpan... bitirmiş olduğun roman çalışmanı gerçekten çatlayacakmışçasına merak ediyorum....hep var ol, hep bizle ol!
YanıtlaSilBir çırpıda ve heyecanla okudum yazınızı.Gözlemleriniz, tasvirleriniz o anda , orada olduğum hissini yaşattı bana. Kaleminize sağlık..
YanıtlaSilteşekkür ediyorum, var olun.
SilSezai Karakoç'u okumadan önce her anne doğum yaptığını sanır. Oysa Karakoç'un imge ve kelime derinliğinin ortaya çıkması daha ağır ve meşakkatlidir.
YanıtlaSil